Merhaba Ayak Bilekleri (Eylül '18-Blogcu Anne)

Birkaç gündür bana oldukça iyi gelen bir eğitimdeyim. Yo halen iki çocukluyum ve oldukça beyaz yakalıyım. Ama kendime alan açmayı, nefes almayı yeniden öğrenmeye çalışıyorum. Bana bir sürü şey düşündürten, kendimle kovalamaca ve ebelemece oynamama sebep olan bir eğitim. Bir kurs, bir gönüllü bağlanış.

Gönüllü, çünkü zorunlu değil; yani paranı, zamanını kendin ayarlayıp “ben varım” diyorsun. Bağlanış, çünkü kendi içinde rutinleri var. Kulağa bazen “ürkütücü” ve “sıkıcı” gelse de, tıpkı bebekler gibi -yani bebekliğimizdeki gibi- ruhtinlere ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor bana…
Az yemek yemeğe karar vermem de bu eğitimle beraber başlıyor. Birkaç ayrı alanda aydınlanmayı, değişmeyi ya da ne bileyim, kendimle barışmayı diliyorum bu yola girerken. Her gün aynı vapuru yakalıyorum dönerken, ama hep farklı taraflarına oturuyorum. Bir gün güneşte dönüyorsam, bir gün esintiyi dinliyorum. Bir gün kitap okuyorsam, bir gün müzik dinliyor, ya da başka bir gün sadece denizi, bazen de bir başkasının işler bağladığı telefon konuşmasını dinliyorum. Hepsini minnetle karşılıyorum, görüyorum ve duyuyorum. Her birini tek tek bağrıma basıyorum…
Yerlerde yuvarlanıyorum bu eğitimde. Elime, koluma, ayaklarıma bakmayı öğreniyorum yeniden. Onları uzayda bir yere koyabilmeyi yeniden keşfediyorum. Kolumun yukarı doğru çok uzanabildiğini ve aynı anda bacaklarımı çapraz yapabildiğimi görüp hayret ediyorum. “Merhaba bacak!” demek istiyorum oğlumla bazı oyunlarda yaptığımız gibi. Parmaklarımı, onların üzerindeki onca kemiği fark ediyorum, hepsiyle ayrı köşelerde karşılaşıyorum, hepsini ayrı ayrı büküyorum canım istediğinde. Bazen ayalarımı koyuyorum yere, bazen de parmak uçlarımı. Acele etmeden, kim dile gelmek istiyorsa sazı sözü ona bırakarak.

Bedenimle bu karşılaşmalar afallatıyor beni. Uzayda bir yer kapladığımı fark ediyorum yeniden. Mekanda bu yerimi koyacak bir köşe aramayı öğreniyorum. Bazen en yukarı doğru uzanarak ve zıplayarak, bazen de yerde sürünerek, bir bacağı diğerinin bittiği yerden uzatarak, bir kolun başı, onun da diğer kolu izlemesini seyrederek. Hem içinde hem dışındaymış gibi, hem onlar kendi başlarına hareket ediyormuş gibi, hem de beni dinliyorlarmış gibi.
Yerde sürünmeler, sanırım en çok o kısımda şaşalıyorum. Dünya tatlısı hocayı dinliyorum bir yandan… “Sizden tek istediğim, kendinize izin vermeniz” diyor ve gülümsüyor kocaman. Derimize bakmaya davet ediyor bizi, her yerinizi kaplayan deri bir zırh değil aslında, gözenekli bir yapı ve etrafındaki her şeyden etkileniyor, ona dokunan her şeyi içine çekiyor, diyor. Derinizin yerle temas etmesine izin verin, diyor. Bir bakın, nereye nasıl dokunmak istiyorsa izin verin ve onu izleyin, diyor. Derimin her bir parçası dans ediyor zeminle. Parmak uçları, el bilekleri, ayak bilekleri, karın, diz arkaları, bel, boyun, burun, alın, kulaklar… Her bir uzvu çevreleyen deri, zeminle ayrı bir ilişkiye giriyor. Görüyorum ve şahitlik ediyorum ancak olanları kontrol edemiyorum. Edebilmem belki de gerekmiyor zaten ama edememek panikletiyor. Komutlu ve kısıtlı harekete alışmış ve bunu “rutin” sanan beden ve beyin,yenilenen formlarda bildiklerini unutuyor…
Ofiste yanağını masaya koyan bir kadın gördünüz mü hiç mesela? Ya da parmak uçlarıyla yerdeki halıflekse dokunan bir kravatlı çalışan? Peki en son ne zaman emeklediniz salonu boydan boya?
Koltuktan koltuğa geçebilmek için emekleyen kızıma hayranlığım bir kat daha artıyor. Onun göz seviyesinden tüm evin ne kadar da farklı göründüğünü, ellerinin nasıl da form değiştirdiğini fark etmek ya da hatırlamak çok şaşırtıyor beni.
Tüm bu farkındalık çok iyi geliyor bana. Her ne kadar çocuklara yönelik bir eğitim olsa da bu, kendimi saklandığı yerde bulmama yardım ettiği için minnet duyuyorum. Ve bana, şu kırk yaşa yaklaşan halime bunları ediyorsa, o aydınlık, o düş kumaşından yapılmış mucizelere neler eder diyorum.
Bazen, sadece o bize denenlerden, bize giydirilenlerden, yapıştırılanlardan ibaret olmadığımızı hatırlamamız, yeniden bulmamız gerekiyor. Her birimizin ayrı birer cumhuriyet olduğunu, içimizde onlarca katman olduğunu ve aslında hepsinin kendi içinde bir ritmi olduğunu, gerçekten bakmasını ve duymasını bilirsek, izleyebilirsek sadece, her şeyin dile geleceğini ve tüm düğümleri birer birer açabileceğini hatırlamamız gerekiyor. Bize denilenlerden değil, içimizdekilerden ibaret olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Her birimizin içindeki tüm küçük kız çocuklarının ve afacanların biricik olduğunu ve istediği her şeyi yapmaya muktedir olduklarını, ama sarılıp sarmalanmaya, görülmeye ve duyulmaya nasıl da muhtaç olduklarını hatırlamamız gerekiyor.
Onun için, merhaba ayak bilekleri…


Yorumlar