Her Şey Köprüyü Geçene Kadar

Bir buçuk ve dört buçuk yaşında iki çocuk annesi olarak, tüm çocukların yıldız tozlarından yapıldığına inanıyorum. Onların kalpleri ve beyinleri, bizim şimdiki halimizle anlayabileceğimizden, kavrayabileceğimizden bambaşka bir evrede ve düzlemde…
Farklı ortamlarda öğrendiğim birçok bilgi, çocuk hallerimize daha hayran bırakıyor beni..
Misal, analitik düşünebilmemizi, ondan bunu çıkarıp, hesap kitap yapıp, bizim için neyin daha iyi olacağını akıl süzgecinden geçirip karar verdiren frontal lobumuz 11-12 yaşlarından önce tam olarak gelişmiyormuş… Yani bir çocuğa “Atlama, çünkü düşebilirsin ve düşersen bacağını incitebilirsin”dediğinizde, aklında muhtemelen sadece ilk öbek olan atlama, şayet 2 yaş civarındaysa da, sadece atlakalıyor… Neden sonuç ilişkisini bizim şu an anladığımızdan farklı şekilde kuruyorlar ilk yaşlarda, çünkü hayatı bambaşka görüyorlar…
Yaratıcılıklarının zirvesinde oldukları yaşlar, hayatlarının ilk on yılı misal. Tüm çocukların birer sanatçı olarak doğduğu ama çok azının bu alana eğilmeye devam ettiği söyleniyor. Dört buçuk yaşındaki oğlumun çizdiği dünya tatlısı insanların benim çöp adamlarıma takribi kaç sene içinde dönebileceğini düşündükçe içimde bir yerler sızlıyor…
P4C yani “Philosophy for Children” -Çocuklar için Felsefe- tam da bu noktada hikâyemize anlam katıyor. Çocuklara felsefi düşünmeyi bir yol olarak sunan bu pedagoji, 1960’larda Amerikalı Felsefe Profesörü Matthew Lipman tarafından geliştiriliyor ve günümüzde Amerika ve Avrupa’da farklı yaş gruplarındaki çocuklar için okullarda uygulanıyor.
Çocuklara, çocuk aklımıza ya da daha güzel tabirle, “felsefe yapmayı” yani “eleştirel düşünme”yi öğretmeyi amaçlıyor. “4C”’in bir başka açıklaması da şu şekilde: “critical thinking, creativity, caring, collaborative”. Bir başka deyişle, eleştirel yani gerekçelendirerek ve yeri geldiğinde karşıt fikir geliştirerek, yaratıcı ve soyut düşünebilen, birbirini dinlemeyi, incitmeden bir arada olabilmeyi bilen ve birbirinden öğrenen, birbirini dönüştürebilmeyi gönüllü kabul eden bir soruşturma topluluğu kurma hayalini sunuyor bize… Önce çocuk zihinlerimize, sonra da hayatımızın tüm evrelerine…
Çok keyif aldığım P4C eğitiminden sonra, kendi ilk deneyimimi Şişli Kitap Okuyan Çocuklar Kütüphanesi’nde yaşadım. Kendi eğitimimizde de işlediğimiz ve öyküsü bana sıcacık gelen bir kitabı seçtim çocuklarla çalışmak için: “Köprüyü Geçerken”
Kitapta, su üzerinde yüksek bir köprüde bir dev ve bir ayı karşı karşıya geliyor. İkisi de köprüyü geçmek istiyor ama köprü ikisinin rahatça geçebilmesi için oldukça dar. Yaşları dört ila kırk iki arasında değişen birkaç grupta; ayı ve dev olmanın incelikleri, köprüyü geçebilmenin yolları üzerine sohbet ettik. İlk deneyimimde dört dörtlük bir soruşturma gerçekleştirebildim diyemem ama duyduklarım beni afallatmaya, düşündürtmeye ve gülümsetmeye yetti fazlasıyla…
Öncelikle şunu söylemek isterim ki, benim dışımdaki herkes ayı’yı daha korkutucu buldu. Ben kime e ama öteki de bir dev? dediysem aynı cevabı aldım: ama o bir ayııı… Ben ya kendimi rahatlamaya çalışıyorum ayılarla karşılaşınca, ya da ayıya hakkıyla ayı demesini bilmiyorum.
Gelin buradan devam edelim soruşturmamıza küçük bir kesitle:
– Peki ama neden ayı devden daha korkunç?
– Çünkü devler insan ve ayılar hayvan…
– Peki ayı neden korkunç bir hayvan?
– Çünkü onun pençeleri var ve o yırtıcı.
– Peki insanın yırtıcı olmadığını nereden biliyorsunuz?
– Çünkü biz çiğ et yemiyoruz, ama o ayı yiyor, bu kadar basit. Biz de et yiyoruz evet, ama biz pişmiş et yiyoruz”
(Burada yazar vejeteryan ve vegan okurların zihinlerini okumayı hiç istemiyor, zaten bir P4C oturumunda kolaylaştırıcının son derece “tarafsız” olması gerekiyor, bu satırları yazan kolaylaştırıcı da bu anlarda aynen öyle yapıyor…)
– Peki ben her yanımı tüyle kaplasam ve bağırmaya başlasam ayı olur muyum?
– Hayır olmazsın, çünkü sen bir insansın hala.
– Peki peki, bir maske takarsam?
– Hm, belki o zaman olabilirsin bir ayı, ama buna da inansa birkaç kişi inanır o da kısa bir süre, ama diğerleri zaten inanmaz.
– Peki ayıyı bir kenara bırakırsak, korkunç olmayan hayvanlar yok mu?
– Olmaz mı, zürafa, kerkenkele, balina, maymun, köpek…

Böylece, en yükseklere çıkabilen bir zürafayla, çok hızlı koşabilen bir kertenkeleyle, çok güzel yüzen bir balinayla, insan elinden su içen bir maymun ve iki tatlı kız kardeşle çok güzel oyunlar oynayan bir köpekle tanışıyorum. Her birinin hayvanlarla ilişkilerini anlattıklarında yüzlerinin nasıl ısındığını, yüzlerinin ne kadar da kocaman gülümsediğini farkediyorum. Devle ayıya getiriyorum yine lafı:
– Peki bizim ayıyla deve dönersek, neden güzel güzel geçemiyorlar karşıya?
– Kavga ediyorlar çünkü.
– Neden kavga ediyorlar peki?
– Çünkü insanlar kavga ediyorlar.
– Peki hayvanlar etmiyor mu?
– Hayır etmiyor, çünkü onların patileri var ve patisi olanlar kavga etmesini bilmiyor.
Dört yaşın mucizelerinin tertemiz dünyaları, hiçbir hayvana kavgayı yakıştıramadı, ayıdan ödleri kopsa da, ayıdan ayı olduğu için korktular ama kavgacı demediler ona. Onunla kavga etse etse bir insan eder, dediler.
Sonra sekiz yaş dile geldi:
– Kavga edebilir insanlar evet, ama bir süre sonra da barışabilirler, bu normal bir şey..
Köpeğiyle hiç kavga etmediğini ama insanlarla bazen edebileceğini ama barışmasını da bileceğini anlattı bize…

Bir başka dört yaş mucizesi, ek parçalar atıp köprüyü genişletti ikisi de rahat rahat geçebilsin diye, barışçıl ve inşaat mühendisi kılıklı oğlum benim. Halbuki biz eğitmen grubu bu kitabı işlerken, kimilerimiz ayıyı suyun dibine atıvermiştik, madem biri geçecek, insan kılıklı dev geçsin diye… Hiçbir çocuğun aklına, bu dahiyane fikir gelmedi…. En fazla çiğ et yiyen ayılardan bahsettiler, kavga etmesini bilmeyen ama birazcık korkutucu olan ayılardan ve onlarla ve birbiriyle sık sık kavga eden insanlardan…
P4C’ye hevesli bu kadın bu güzel soruları otuzyaş üstü gruba sorduğunda aldığı cevaplar da rengarenkti…
İşte size bir kırkiki yaş:
– Ayıdan uzak durucan elden geldiği kadar, kaçıcan kaçabileceğin kadar.
– Ama önüne geçiyor senin, hakkını yiyor baksana?
– Bulaşmayacaksın ayıya o bir ayı, ayılar yırtıcı olur, kaçabileceğin kadar kaçıcan, kaçamadığını anladığında savaşıcan…
İşte size bir hayat felsefesi…
Bir otuzbeş yaş ise, yolun ortasında çözmüş kendi hadisesini gayet:
– Hiiç acelem yok benim, geçsin gitsin ayı, tadımı kaçırmasın benim, hiç hırslanamam öyle şeylere, tatlı canımı sıkamam. Bu iş hayatında olup biten entrikalara, şişik egolara başka nasıl tahammül edebilirim…
Bir başka kırk yaş, önce kendini deve benzetti, sonra da saf değiştirdi:
– Aa ayı da olabiliyor muyuz, o zaman ayı olurum ben…
Sonra trafikten bahsetti, trafikte bu ayı gibi olmazsa yani diğerlerini ürkütemezse kimsenin ona yol vermeyeceğini söyledi, biraz düşünüp kesin kararını yineledi:
– Eğer olabiliyorsam ayı olurdum, eser gürler dev’i korkutur, köprüyü de ilk ben geçerdim. Çünkü hayat, çünkü İstanbul aynen böyle bir yer ne yazık ki…
Peki size sorsam güzel insanlar, bir uçurum üstü incecik köprüde karşılaşmış kocaman bir ayı ile kocaman bir dev görseniz, siz nasıl yazardınız bu hikayeyi? Kalbinizden süzülsün tüm bildikleriniz ve bildiğinizi bilmedikleriniz…

BlogcuAnne'de yayınlanan yazıdır...

Yorumlar